Ferit EDGÜ ile Bir Söyleşi

      Baştan anlaşalım: öncelikle bir okurum ben. Şimdiye dek bu köşede her zaman okur olarak konuştum yazarlarla ve bir okur olarak elime aldım kitaplan. Ama bu durumun en gerçek halini Ferit Edgü röportajına hazırlanırken yaşadığımı itiraf etmeliyim. Yıllardır bütün kitaplarını dönüp dolaşıp elime alırım. Bir portakalın tadına anca posasını çıkara çıkara varırsınız ya...

       "Alaaddin geliyor. Hoca benim kardeş hasta, diyor/ Nesi var, diyorum/ Ateşi var çok, diyor, ölecek/ İlaç vereyim mi, diyorum/ Hayır, portakal ver, diyor. Portakal yememiştir hiç..."

        İşte yıllar boyu okumaktan usanmadığım, Türk edebiyat tarihinin en önemli romanlarından biri olan Hakkari'de Bir Mevsim'den derin bir acı. Yıllarca takip ettiğim, kitaplarını defalarca okuduğum, öykülerine gömüldüğüm Ferit Edgü'yle röportaj yapma fikri heyecan ve korkuyu aynı anda "leş" bir şekilde salıverdi içime. Yazar karşısında kuracağı cümleleri deviren okur heyecanını bir kenara bırakalım; Sel Yayıncılık, "kitapların kitabı"nı yayımladı. Ferit Edgü'nün toplu öyküleri Leş"te bir araya geldi. Kitapta Kaçkınlar, Bozgun, Devam, Av, Bir Gemide, Çığlık, Doğu Öyküleri, İşte Deniz, Maria ve Do Sesi adlı öykü kitapları bulunuyor. İşte Ferit Edgü'yle yazmak, birey olmak, 50 Kuşağı üzerine "leş" bir söyleşi...

––Yazmaya başladığınız ilk dönemden başlamak istiyorum. O yıllarda yazarken, yazmak üzerine düşünürken duyduğunuz heyecandan...

––Benim kuşağımın yazarları ve şairleri çok erken yaşlarda yazıp yayımlamaya başladık. Bizleri bir araya getiren de, bu yazma tutkusu, edebiyat aşkı oldu. Yaşımıza başımıza bakmadan Türk edebiyatını değiştirmeye soyunduk. Tüm bunlar başlı basma bir heyecan kaynağı değil midir? 0 dönemde sürekli okuyor, sürekli yazıyor, sürekli de içiyorduk. Baştan olan duygu başkaldırıydı. Her şeye başkaldırıyorduk. 17-18 yaşlar için şaşırtıcı gelebilir. Ama unutmayın ki yıllar sonra 17 yaşındaki çocuklan devrimci diye idam eden bir ülkede yaşıyoruz. Dolayısıyla hiçbir şey şaşırtıcı değildir bu ülkede.

––Öykülerinizde bir karşı duruş var. Bu karşı duruş bazen topluma, bazen Tanrıya, bazen okura, bazen de kendinize karşı olabiliyor sanki.

       Az önce söyledim: Başkaldırı. Yaşamda da yazında da kalemimi güden bu oldu. Hayatımın her döneminde, her yaşımda baskıya başkaldırdım. Bu ister devletin baskısı olsun, ister dinsel, ister ideolojik. Baskı altındaki insan özgür olamaz. Ben, kendimi bildim bileli, baskı altında değilmişim gibi yaşadım, öyle yazdım. Görece özgürlüğümü böyle sürdürebildim. Görece, diyorum; çünkü herkes özgür değilse, siz de özgür değilsiniz demektir.

–– Kaçkınlar için yazdığınız Sonsöz'de; yazar olmaktan çok, birey olmayı başarmayı amaçladığınızı söylüyorsunuz ve birey olmanın başka yolunu bilmediğinizin de altını çiziyorsunuz.

––Tüm bunlar bir bütün. Birey değilseniz, olamamışsanız, ne gerçekten başkaldırabilirsiniz, ne de sahici özgürlüğe sahip olabilirsiniz. Bizim edebiyatımızda bireysellik bilinci Sait Faik ve Garip şiiriyle başlamış, bizim kuşakla gelişip bugünlere ulaşmıştır. Osmanlı -Türk toplumunda bireyler yoktu, kullar vardı, özgür düşünmek, birey olmak isteyen Cumhuriyet'in ilk aydın kuşağı, yalnızca bu nedenle sürgünler, hapisler yaşamışlardır. Ama Türk aydınının birey olmak konusundaki savaşını, ne yazık ki övemeyeceğim. Düşünen insanlara, okuryazarlara, gençlere neler çektirdiğini hepimizin bildiği 12 Eylül'ün Kenan Evren'i Çankaya'dan gitme vakti geldiğinde, aydınlara, sanatçılara şirin görünmek için bir davet verdi. Ne yazık ki, bunların pek azı bu daveti geri çevirdi. Büyük bir gazetemizin bir başyazarı bu daveti geri çevirenleri kınadı: Cumhurbaşkanı'nın daveti bir buyrukmuş, bizlere ancak buna uymak düşermiş. Türk insanının bireyselleşmesi belki bir düş. Bireyselliğini gerçekleştirememiş bir insanın ise aydın olması da, özgür olması da, demokrat olması da söz konusu değil.

––Yazmak sizin için hep gerçeğe giden yol oldu değil mi?

Büyük bir sözcük, ama öyle: Gerçeğe ulaşma sevdası. Hiçbir zaman ulaşamayacağımı bile bile. Ama yazmak, hatta yaşamak, bu tutku olmadan anlamsız, boş.

––Yazın hayatımızla ilgili olarak sizin en başından beri büyük sancınızın "üslup" olduğunu düşünebilir miyiz?

––Üslup büyük derdimdi, ama en büyük sancım değil. En büyük sancım, yazı yoluyla kendimi, kişiliğimi gerçekleştirmek, içsel dengemi kurmaktı. 16-25 yaşlan arasında büyük bunaltılar yaşadım. Tam anlamıyla çıkmazdaydım. Birçok kez bıraktım yazmayı. Kendinden, yazdıklarımdan memnun olan yazarlar, sanatçılar vardır. Ben onlardan değilim. Hiçbir zaman olmadım, olamadım. Üsluba gelince... Çok erken yaşlarda bir üsluba sahip olmak istedim, tüm yaşıtlarım gibi. Bir üslubum olduğunu sanıyorum. Ama bugün görüyorum ki, olmasa da olurmuş.

––Leş, çok 'kışkırtıcı' isim bir kitap için...

Gerek anlamı, gerek Türkçedeki karşılığıyla (üç harf, tek hece) leş sözcüğü, neyi ifade ettiğini çok iyi dile getiriyor. 1958'de yazdığım o kısa öykü, o yıllarda yakamı bırakmayan bunalımların somutlanmış biçimidir. Gerçekte de yaşadım o leşi.

––Blanchot’un  "Yazmak, benden o'ya dönüşmektir" sözüne rastlamıştım bir kitabınızda. Siz de yazarken, "Ben"den "0"ya dönüşüyor musunuz?

––Ben ve 0, ben ve öteki... Bu ikilemi en güzel dile getiren Rimbaud'dur: "Ben bir başkasıdır" Tüm yazarlar, bunun bilincinde olsun ya da olmasın, kendilerini yazarken başkalarını anlatır; başkalarını anlatırken de kendilerini. Yazmak, başkalarına ulaşmaktır. Köprü kurmaktır. Başkası olmaktır.

––50 Kuşağı... Benim kuşağım için hiç görülmeyecek bir rüya belki de. O yıllarda bıraktığınız ve eksildiğini hissettiğiniz neler var? Gençlik yılları... Dünyayı keşfe çıkmıştık. Sözcüklerin dünyasını keşfettik. Heyecan verici bir yolculuktu. Aynı zamanda da yıpratıcı. Yeniden yaşa deseler ister miydim, bilmiyorum.

––Doğu öyküleri... Hakkâri'de Bir Mevsim... Bugün Doğu'ya gitseniz neler hissedeceğinizi az çok tahayyül ediyor musunuz? Sizce o yıllardan bugüne değişen bir şey oldu mu Doğu'da?

––Doğu'ya, Hakkâri'ye gitmeme gerek yok. Nerde olursam olayım, aynı zamanda orada, Hakkâri'de, Pirkanis adlı o dağ köyünde yaşıyorum. Orada bugün de yaşananları, çekilen acıları biliyorum. Benim yazdıklarım, yaraya tuz basmak gibi bir şey.

                                                                                                                                                          SİBEL ORAL-Edebiyat Söyleşileri

Test Çöz